KOCAMAN KESKİN BİR ÇELİŞKİ
İster köklü bir sanat kurumu ister bağımsız bir sergi projesi ya da bir sanatçı atölyesi ya da grubu olsun, emek sömürüsü en beklenmedik anlarda ortaya çıkabiliyor.
Sanat ve kültür endüstrisinde çalışmak, çoğunlukla ucu açık, belirsiz ve kısa süreli kontratlar üzerinden yürüdüğü için temelde geçim sıkıntısı olmayan, eğitimli-kentsoylu sınıfın içinde dönen bir meslek alanı olarak görülmüyor mu? Biliyoruz ki müzeler, sanat kurumları, galeriler, dergiler, sergiler, bienaller, festivaller ve geçiçi projelerde, çalışma alanları kısıtlı, iş şartları zorlayıcı ve üst kademe yönetici değilseniz ödenen ücretler düşük.
Eğer ki sanatın eleştirel ve dönüştürücü gücüne gönülden inandıysanız ve başka türlü yaşayamayacağınıza kararlıysanız, ister burjuva, ister orta sınıf isterse işçi sınıfından olun, sanata duyduğunuz tutku işvereniniz tarafından istismar edilmeye müsaittir. Dünya görüşünüzün merkezinde olan sanat tutkusu, size hayatınızı devam ettirme gücü verse de öte yandan sizi savunmasız ve güçsüz hale getirebilir. Nasılsa sizin için önceliğin maddi ve manevi doyum değil, hayatı idame ettirmek ve sanata olan inancınız olduğuna karar verilmiştir. Bu yargı o kadar yaygın ki, haklarınızı arayacak olduğunuzda inandırıcı duyulan fakat özünde geçerliliği olmayan argümanlar dinlersiniz. Verilen temel mesaj, işiniz olduğu için şükretmeniz gerektiği, daha iyi çalışma koşulları arayanların bu sektörden bihaber olduğudur. Son dakika verilen ve istenilen vakitte tamamlanması imkansıza yakın görevler, yoğun baskı altında çalışma atmosferi, her güne yeni bir kriz, yolunda gitmeyen en ufak bir durumda çalışanların suçlanması, motivasyon yerine suçluluk duygusu pompalama, duygusal taciz, mobbing, nasıl olsa bu işe mecbur varsayımı ile çalışanların istismarı, psikolojik baskı ve manipülasyon ile hakların ve özgürlüklerin yok sayılması, ne tatil ne de ücret olarak geri dönen fazla mesai, diğer bir deyişle modern köleliğin farklı uygulamaları ve sanki bunların hepsi normalmiş gibi kurulan bir çalışma biçimi...
İster köklü bir sanat kurumu ister bağımsız bir sergi projesi ya da bir sanatçı atölyesi ya da grubu olsun, emek sömürüsü en beklenmedik anlarda ortaya çıkabiliyor. Söylem ve pratiğe bakınca siyasi, çevre ve feminist bilinci yüksek, temel insan haklarına duyarlı, her türlü ayrımcılığa - ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi, transfobi, sınıfçılık, yaşçılık, yabancı düşmanlığı ve engelli ayrımcılığı karşıtı olarak görünenler aslında içten içe hiyerarşik güç yanlısı eğiliminde olabiliyor. Otoriter ve maskülen olmanın marifet sayıldığı dünyada benmerkezci davranmanı güçlü olma anlamına geldiği yanılgısı var. Sözde sosyo-politik hassasiyetle sergiler yapan, kendini insancıl, açık görüşlü, eleştirel olarak tanımlayan birinin gündelik hayatta aldığı kararlar, birlikte çalıştığı insanlara karşı küstah ve ezici davranış biçimi, bütçelendirirken öncelikleri ve emekçi gözetmemesi, tüm bunların hepsini tek tek bakınca kocaman keskin bir çelişki beliriyor.
Çelişkilerden beslenen esnek düşünceler gibi değil, birbirinden bütünüyle zıt ideolojik ve eylemsel bir tutarsızlık gibi. İçselleştirilememiş ve sadece sanatsal ya da küratöryel tavır adına araçsallaştırılmış bu sözde siyasi bilincin maskesi ne kadar dayanır? Bağımsız ya da kurumsal, böyle biriyle çalıştıysanız, işin iç yüzünü bilmenin ama bunu dışarı yansıtıp yansıtmamanın etik soruları ve ikilemi doğar. Üstelik buna benzer kişilerle çalıştıkça, yapının içine girdikçe ve ister istemez parçası oldukça, eziyetin normalize olduğu şartlara giderek uyum sağlama tehlikesi belirir. Sağlıksız çalışma ortamı ve iletişim koşullarına dayanmak için ister istemez daha hızlı, az dinleyen, dikkatsiz, biraz ruhsuz, hoyrat ve farkında bile olmadan güç ve iş düşkünü bir rolün içine düşüverirsiniz. Sistemin ikiyüzlülüğü ve samimiyetsizliği kendine yabancılaşan, çalıştığı koşullardan memnun olmayan çalışanlar üretiyor. Bu çarpıklığı destekleyen ve karar verme yetkisi olan insanlar benzer karakteristiklerde buluşuyor. Kim bunlar? Biz kendimizi bu filtrelerle nasıl sorgulayabiliriz?
Gözlemlediğim kadarıyla ‘zehirli insanlar’ aslında genellikle kendileri etrafında dönen monologlardan besleniyor. Sempati duygusu uyandırmak için kendi sorunlarını abartarak ve hatta acındırarak dillendiriyorlar. Bu tek taraflı bir iletişim stratejisi. Eleştiriye hiç açık değiller. Başkaları hakkında konuştuklarında çoğunlukla alaycı ve yeren ifadeler kullanırlar. Kendi perspektifleri dışından bakmayı sevmezler. Her bireyin kendi perspektifi olduğunu bir kenara koyup, sanki herkes her şeyi onların penceresinden baktığını farzederler. Kendi görüşlerini sorgulanamaz gerçekmiş gibi konumlandırılır. Kimi zaman açık açık kimi zamansa gizlice kendi görüşlerini dikte ederler. Empati yetenekleri çok düşüktür. Şüpheci ve tedirgindirler. Kendilerini vazgeçilmez sanırlar. Ne zaman onları kendileriyle yüzleştiren bir durum olsa, sadece kısa süreli ruhsal çöküntü yaşarlar. Emek sömürüsünü ve saygısızlığı kendine hak gören bu insanları iyileştirmek elbette çalışanlarının görevi değildir.
Sessiz kalmak işe yaramaz. Ne pahasına olursa olsun yaşanan deneyimleri söz ve eyleme dökmek özgürleştirir. Siyahi, lezbiyen, anne, savaşçı ve şair Audre Lorde (1934-92) sessizliğin insanı koruyamayacağına inanır. Bir sonuç cümlesi yerine Lorde’un yazı, konuşma ve şiirlerinin derlendiği Your Silence Will Not Protect You (Sessizliğin Seni Korumayacak) kitabından, The Transformation of Silence (Sessizliğin Dönüşümü) adlı konuşmasından bir alıntı: “Henüz sahip olmadığınız sözcükler hangileri? Söyleme ihtiyacı duyduğunuz şey ne? Günden güne sineye çektiğiniz ve giderek kendinize ait olan, usandığınız ve sizi sessizlik içinde öldüren zulüm ne? Belki de bugün aranızdan birileri için korkunun yüzü olabilirim. Kadın olduğum için, siyahi olduğum için, lezbiyen olduğum için, kendim olduğum için – işini yapan siyah savaşçı şair size sormaya geldi, siz kendinize düşeni yapıyor musunuz?”
//
This text was originally published in issue 11, Faux Culture.
Post your comment
Comments
No one has commented on this page yet.